Cassandra, yeni hayatına şöyle bir baktı. Whysbie, İngiltere’nin kuzeyinde ufak bir kasabaydı. Bugün hava iç karartıcı biçimde pusluydu ve keskin bir soğuk vardı. Tepedeki kilise ve artık harabeye dönmüş eski bir manastır dışında bütün binalar 1800’lerde kalmış gibiydi. Yollarda arabaya tek tük rastlanıyordu, bunun yerine at arabaları kullanıyordu. Görebildiği kadarıyla orta yaşlı olanlar bile Victoria dönemi kıyafetleri giyiyordu. Hatta yoldan geçen yaşlı bir kadının pantolonuna bakıp yanındaki kadına bir şeyler fısıldadığına yemin edebilirdi Cassandra. Büyük ihtimalle "Yeni nesil gençlere inanabiliyor musun, pantolon giyiyorlar. Bu bir skandal!"gibi bir şeyler.
‘Sahi, Londra’daki yoksul fakat hareketli bir mahalleden buraya nasıl geldim?’ diye düşündü Cassandra. Sonra kendi kendine hatırlattı.
Babası onları Cassandra daha bir bebekken terk etmişti, annesi 21 yaşında, daha üniversiteyi bitirmemiş bekâr bir anne olarak hayata tutunmaya çalışmıştı, sonra işler daha da kötüleşmiş ve Cassandra’nın büyükannesiyle büyükbabası finansal yardımı kesmiş, kızları ve torunlarıyla görüşmeyi reddetmişlerdi. Annesi üniversiteyi bırakmak zorunda kalmış, fakat hiçbir zaman yılmamıştı. Yıllar boyu ufak apartman dairelerinde yaşamışlardı, ta ki ev sahipleri kirayı ödeyemedikleri için onları evden atana kadar. Tam olarak aynı zamanda annesinin büyükannesinin ölüm haberi gelmişti. Ailelerinin Whysbie’deki malikânesini ve mirasının bir bölümünü onlara bırakmıştı. Fakat vasiyetine malikâneyi satmamaları gerektiğini eklemişti. Annesi daha sonra olacakları bilmeden sanki görünmez bir elin tam zamanında yardımlarına yetiştiğini söylemişti. Annesi malikâneye yarın geçeceklerini, bugünlüğüne bir pansiyonda kalacaklarını söylemişti. Pansiyonu Mr ve Mrs Baker adında genç bir çift işletiyordu. Sevecen ve konuşkanlardı. Mr Baker esmer, iri yarı biriydi ve oldukça gür bir bıyığı vardı, Mrs Baker ise çıtı pıtı, sarışın bir kadındı.
Mrs Baker onlara çay ikram etti, havadan sudan konuşurlarken konu nerede yaşayacaklarına geldi. Annesi de "Ah, hani tepenin başındaki malikâne var ya, orada yaşayacağız." dedi. Fakat Mrs Baker’ın benzi bu cevabı alınca gözle görülür bir biçimde soldu. Sesi titreyerek "O-oranın perili olduğunu bilmiyor musunuz?" dedi.
‘Perili bir ev mi?’ diye düşündü Cassandra. Aslında oldukça heyecanlı olabilirdi. Ama Mr Baker anlaşılan hiç de düşünmüyordu. "Konuklarımızı korkutmayı bırak Fanny! Ah, herkes oranın gerçekten perili olmadığını bilir. Yalnızca küçük çocukları korkutmak için uydurulmuş bir hikâye." Yine de Cassandra’nın merakı dinecek gibi değildi: "Ama niye perili olduğunu söylüyorlar ki?" "1800’lerde orada başka bir malikâne vardı. Bir yangında kül oldu. Oranın sahibi olan aile ve binacakmışız herkes öldü de o yüzden. Ölüm her ne kadar acı bir olay olsa da hayatın bir gerçeği ve ölüler asla geri dönemezler."
Tam Cassandra buna itiraz edecekken, saate bakınca neredeyse gece yarısı olduğunu gördüler ve uyumak için odalarına çekildiler.
Oda ufaktı, duvarları krem rengine boyanmıştı, içindeki eşyalar eski bir halı, bir dolap, tüplü bir televizyon ve bir tuvalet masasından ibaretti.
Cassandra annesini incelemeye başladı, annesi Cassandra’nın aksine güzeldi, kızıl-kahve saçları, deniz kadar mavi ve badem şekilli iri gözleri, kalp şekilli bir yüzü vardı. Cassandra ise uzunca kemikli bir yüze, kısacık kesilmiş kahverengi saçlara, sıska bir vücuda sahipti. Annesine benzeyen tek noktası gözleriydi.
Sonra yatağa kendini attı ve yorganı çeker çekmez derin bir uykuya daldı. Sabah erkenden uyandığında hava yeni aydınlanmıştı ve yağmur yağmaya başlamıştı. Yeniden uyumaya çalıştı ama gözüne uyku girmiyordu. Sonunda getirdikleri ufak bavuldan en sevdiği kitabı çıkardı ve okumaya başladı. Annesi de uyanana kadar kitabın yarısına gelmişti. Aşağıdaki kahvaltı salonuna indiler ve hemen kahvaltılarını yapıp hazırlandılar.
Malikâneye giden yol taşlı ve çamurluydu, ama neyse ki kasabaya o kadar da uzak değildi. Malikâneye vardıklarında Cassandra perili ev söylentilerinin nereden çıktığını anladı.
Malikâne bakımsız ve kasvetli bir yerdi. Tahtaları kararmış ve çürümüştü. Bahçedeki çimenler kurumuştu, ölü bir ağaçtan her esintiyle korkunç gacırtılar çıkararak sallanan kırık bir salıncak sarkıyordu. Cassandra duyduğuna göre büyük-büyükannesi son aylarında Alzheimer'e yakalanmış ve malikânenin bakımıyla ilgilenememişti.
Malikânenin içine girdiklerinde Cassandra’nın ilk fark ettiği şey pislikti. Girişteki büyük avize örümcek ağlarıyla kaplanmıştı, eşyaların üzeri bir tabaka toz vardı, yer yer fare yuvaları görünüyordu. Annesi iyimser olmaya çalışarak "Yalnızca biraz bakıma ihtiyacı var, sonra inan bana harika bir yer olur." dedi.
Annesiyle birlikte temizliğe giriştiler, bu arada yeni evlerini de biraz tanıdılar. Cassandra mutfağa baktı, dolapta birkaç yemek malzemesi buldu. Sonra bodrum kata indi, burada da temizlik için gerekli olan süpürge, sabun, merdiven gibi gereçler ve fare kapanlarıyla biraz fare zehri buldu. Üst katlarda bir büyük yatak odası, iki çocuk yatak odası ve misafir yatak odaları vardı. Hizmetçi yatak odaları ise binanın doğu kanadındaydı.
Aynı zamanda bir çatı katı da vardı. Anlaşılan artık kullanılmayan şeyleri depolamak için yapılmıştı. Havadaki tozlar küçük pencereden giren ışıkla daha da belli oluyordu. Yayları fırlamış bir koltuk ve güve yeniği bir battaniye vardı. Ayrıca bir ayağı kırık bir masa ile tahtakurusu saldırısına uğramış bir askılık vardı. Kesinlikle ürkütücü bir yerdi ve Cassandra ürkütücü yerlere bayılırdı.
Cassandra tam çıkarken ayağı bir yere takıldı. Ne olduğuna baktığında ise çerçevesi kırılmış siyah-beyaz bir aile fotoğrafı ve ona tuttururmuş bir haber olduğunu gördü.
Fotoğrafta o zamanların modasına uygun giyinmiş, saçları briyantinle taranmış, ince bıyıklı bir beyefendi ve annesine ikiziymişçesine benzeyen bir hanımefendi vardı. Öyle ki bir an için Cassandra onu annesi sandı. Önlerinde ise dört çocukları vardı; iki kız, iki erkek. Büyük erkek çocuk uzun boyluydu ve kıvır kıvır saçları vardı. Büyük ihtimalle 14 yaşından çok da büyük değildi. Küçük oğlan çocuğu 9 yaşlarındaydı, yuvarlak camlı bir gözlük takıyordu, saçlarını tıpkı babası gibi briyantinle taramıştı ve olanca ciddiliğiyle durmuştu. 'Tam bir küçük beyefendi.' diye düşündü Cassandra. Büyük kız çocuğu ise bir kuğu kadar zarifti. Aynı zamanda hanımefendi bir bebek tutuyordu. Çocukların yanında ise asık suratlı, büyük ihtimalle çocukların mürebbiyeleri olan yaşlı bir kadın vardı. Ama Cassandra’nın gözü en çok küçük olan kız çocuğuna takıldı. Fotoğrafta tam rengi belli olmayan açık renk buklelere sahip, gamzeli ve on yaşlarında sevimli bir kızdı. Cassandra onu tanıyordu. Hatta ilk anısı onunla ilgiliydi. Küçükken, parkta oynarken onu görmüştü. Annesine söylediğinde annesi endişelenmişti. Hayatı boyunca önemli olaylardan önce görmüştü onu. Fotoğrafı çerçevesinden çıkarıp arkasını çevirdiğinde ise şu yazıyı okudu:
Arthur ve Elizabeth Mapother Çocukları: Daniel, Edward, Anne, Agnes ve Mary 21 Ağustos 1885
Whysbie News 18 Kasım 1885
Geçen gün kasabamızın hatırı sayılır ailelerinden Mapotherlar'ın evinde çıkan yangın aileyi öldürdü. Cesetlerin kimliği daha belirlenemedi. Yangından canlı kurtulan olmadığı düşünülüyor.
O an içindeki bir duygu bunları saklamasını söyledi. Bir an sonra odanın elle tutulur bir biçimde soğuduğunu fark etti. 'Bir şey yok, yalnızca biraz gerginsin o kadar...' diyerek kendini telkin etmeye çalıştı. Ancak okuduğu kitaplardan öğrendiği bir bilgi onu böyle düşünmekten alıkoyuyordu. 'Hayaletler ortaya çıkmadan önce çevreyi etkilerler. Bu etkiler arasında havanın soğuması da vardır(…)' bu cümle bir anda aklına gelmişti, sanki biri bu düşünceyi onun aklına koymuş gibi.
Arkasını döndüğünde okuduğu kitabın haklı olduğunu anladı, küçük kız, yarı saydam bir şekilde yayları çıkmış koltuğa oturmuş, ona bakıyordu! Üstünde beyaz bir gecelik vardı, ama bu bir hayaletin üzerinde bu bir kefen gibiydi. Cassandra’nın korkak tarafı avazı çıktığı kadar bağırıp haykırmak istiyordu. Paranormal olaylar ve hayaletlere tutkun tarafı ise onunla konuşup sorular sormak istiyordu. Kız, ilk soruyu sorarak onu büyük bir külfetten kurtardı: "Fotoğrafımı sen mi aldın?" "E-evet ama senin olduğunu bilmiyordum, istersen geri verebilirim."
Kızın yarı saydam eli Cassandra’nın cebinden çıkarmış olduğu fotoğrafa gitti. Kızın eli Cassandra’nın eline dokunduğunda Cassandra irkilip elini geri çekti. Eli bir anlığına donmuş gibiydi. Kız üzülmüştü. "Özür dilerim, uzun zamandır yaşayan birine dokunmadım."
Cassandra biraz daha rahatlamıştı. Karşısındaki kişi yalnızca küçük bir kızdı. Ölü küçük bir kızdı ama olsun. Hem bu uzun zamandır beklediği fırsat değil miydi? Hep bir hayaletle konuşmak istememiş miydi? Biraz garip bir istek olduğunu kabul ediyordu, ama tarihi onu yaşayanlardan öğrenme isteği işin garipliğini unutturuyordu. Kendini toplayıp o da bir soru sordu: "Benim adım Cassandra, peki senin adın ne?" Kız biraz güldü, "Ne kadar da şaşkınım! Kendimi tanıştırmayı unutmuşum. Bu arada adım Agnes, tanıştığımıza memnun oldum Cassandra." diye cevap verdi.
Cassandra, üstündeki son gerginliği de attıktan sonra koyu bir sohbete daldılar. Anlaşılan Agnes ve ailesi yangında ölmüştü, ama yangın bir kaza değildi, bir cinayetti ve Agnes, katilin kim olduğunu biliyordu.
"Babamın ağabeyinin oğluydu. Amcam mirastan mahrum bırakılmıştı, çünkü her zaman parasını çar çur ederdi. Bir süre sonra da fazla içki içerek öldü. Sonra gayrimeşru bir çocuğu olduğu ortaya çıktı, babam yeğenini evine aldı her şeyini onunla paylaştı, fakat kuzenim daha fazlasını istiyordu. O aile servetini istiyordu. Bu yüzden hizmetçilerden birini yangın çıkarıp kaçmaya ikna etti. Planı işe yaradı da, ama bir yıl sonra o da öldü.
Birbirlerine hayatın onca yıl içinde ne kadar değiştiğini anlattılar. Agnes bütün yeniliklere şaşırmış gözüküyordu.
Ama saat geç olmuştu ve yarın okul vardı. Bu yüzden Cassandra veda edip uyumaya gitti.
"Kalk uykucu!" Sabah onu uyandıran ses annesinin sesi değildi. Sonra dün geceyi hatırladı. Gerçekten de gözlerini açtığında onu uyandıranın Agnes olduğunu gördü.
Tam o sırada Cassandra’nın aklına bir fikir geldi ve kitaplığını karıştırmaya başladı. Burada olması gerekiyordu, Hayaletler ve Mistik Yaratıklar, Paranormal Bilim Üzerine Bir İnceleme, Grimoire. İşte bu! Aradığı kitap Grimoire’di. Bu arada Agnes'in ona tuhaf tuhaf baktığını gördü. Sonra da Agnes'e bir soru sordu:
"Agnes, hayalet olarak kalmak ister miydin? Yoksa sonraki hayata geçiş yapmak mı isterdin?" Agnes de biraz düşündü ve "Eğer sonraki hayata geçersem ailemi görebilecek miyim?" diye sordu. Cassandra da kısaca "Evet."diye cevap verdi.
Bunun üzerine Agnes kabul etti, fakat tam bunun nasıl olacağını soracakken Cassandra artık hazırlanması gerektiğini gösteren alarmı duydu. Grimoire’i çantasına attı, hızla hazırlandı, kahvaltısını yapıp okula gitmek için yola çıktı.
Bugün düne kıyasla daha güneşliydi fakat yolda hala havuzcuklar vardı. Neyse ki okul, malikâneye çok yakındı, 5 dakikalık bir yürüyüşle ulaşılabiliyordu. Cassandra’nın fark ettiği üzere okul kasabanın geri kalanında daha moderndi, fakat bu daha güzel olduğu anlamına gelmiyordu. Gri, çirkin bir beton yığınıydı.
Cassandra yeni bir okula başlamaktan çok korkuyordu, eski okulunda bile kabul görmemiş, içine kapanık ve sessiz bir çocuktu. Şimdi ise okul başladıktan iki ay sonra gelmiş garip kızdı.
Neyse ki yeni sınıfıyla ilk karşılaşması beklediği kadar kadar kötü geçmedi. Dersler o gün evde onu bekleyen Agnes'i düşündüğünden hızla geçti. Okuldan sonra eve koşarak geldi. Öyle ki annesi bir çitadan bile daha hızlı koştuğunu söylemişti.
Agnes onu yine odasında bekliyordu. "Peki artık nasıl öteki hayata geçebileceğimi söyler misin?" dedi. Cassandra, ona açıklamaya başladı:
"Bu büyü yalnızca Samhain'de, bizim dünyamızla ruhların birbirine en yakın olduğu gecede yapılabiliyor. Gereken bitkileri bulmak kolay fakat öteki dünyaya geçirmek istediğin ruhun fanî mezarının bilinmesi gerek. Nereye gömüldüğünü hatırlıyor musun?"
"Bir şeyler hatırlıyor gibiyim. Sanırım kasaba mezarlığına gömülmüştüm."
Gerçekten de Agnes ve ailesinin kasaba mezarlığına gömüldüğü ortaya çıktı. Hatta bir anıt bile yapmışlardı.
Cadılar Bayramı yaklaşırken herkesi bir heyecan sarmıştı. Özellikle de Agnes ve Cassandra'yı. Cadılar Bayramı'nda annesi kasabadaki ilk arkadaşı olan Mrs. Brown'da kalacaktı. Bu arada Cassandra da Agnes ile birlikte mezarlığa gidecek ve büyüyü yapacaktı.
Sonunda Cadılar Bayramı gelip çatmıştı. Evden çıktıklarında Cassandra bir cadı kostümü ve Agnes bir hayalet kostümü giyiyordu. Yalnızca Cadılar Bayramı'nda şeker toplamaya çıkmış bir abla-kardeşe benziyorlardı. Kimsenin dikkatini çekmezlerdi.
Kasaba mezarlığı yılların etkisiyle paslanıp kızılımsı bir renk almış parmaklıklarla çevriliydi. Cassandra kapıyı biraz itince kapı açıldı. Sonra mezarlara bakmaya başladılar ve Mapother aile mezarlığını sona doğru buldular. Görebildikleri en yeni mezar Cassandra'nın büyük-büyükannesinin mezarıydı. Biraz daha ilerleyince Agnes'in de mezarını buldular. Üstünde şu sözler kazılıydı:
Agnes Mapother 12 Aralık 1875- 18 Eylül 1885 Huzur İçinde Yatsın
Cassandra büyüye başlamıştı bile. İlk önce getirdiği 5 mumu bir yıldız oluşturacak şekilde mezarın etrafına dizdi. Sonra bu mumların her birinde getirdiği özel bitkileri yaktı. Havayı bitkilerden oluşan bir koku kaplamıştı. Ardından büyünün sözlerini söylemeye başladı; ilk önce mırıldanarak, sonra yüksek bir sesle.
Büyü işe yarıyordu, Agnes'in hatları belirginleşiyor, giderek bir ruh olmaktan çıkıp kanlı canlı bir kız haline geliyordu.
Bir an sonra bütün Mapother ailesi Agnes'in yanındaydı ve hepsi Cassandra'ya gülümsüyorlardı. Cassandra boynuna sarılan iki küçük el fark etti. Agnes'in eline ilk dokunduğu andan farklı olarak sıcaklardı. "Her şey için teşekkür ederim." diye fısıldadıktan sonra Agnes ortadan kayboldu, bir daha dönmemek üzere…
|